top of page

“Okuryazar” Toplum

Kısa bir süre önce Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2014 yılı kütüphane istatistiklerini açıkladı. Türkiye genelinde 2014 yılında bir millî kütüphane, 1.121 halk kütüphanesi, 559 üniversite kütüphanesi ve 27.948 örgün ve yaygın eğitim kurumu kütüphanesi olmak üzere toplam 29.629 kütüphane var. Üye sayısı, kitap sayıları ve artış oranları gibi alt verilere bakarak okuyucuyu istatistiklere boğmak istemiyoruz. Seçilmiş birkaç veriden hareket etmek ve önemli bulduğumuz bazı noktalara değinmek istiyoruz.


Resmî okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı 2014 yılında 2013 yılına göre %9,4; kitap sayısı ise %10,9 azaldı. Son beş yılda bu gruptaki kütüphanelerin sayısı %6,6 artarken kitap sayısı %15,5 azaldı.


Bu kurumlarda toplam 27.948 kütüphane ve 27.861.210 kitap olduğuna göre demek ki kurum başına ortalama 997 kitap var. Bu sayının üstünde kitabı olan pek çok okul bulunduğunu varsayarsak ortalamayı buraya çeken ve yalnızca birkaç yüz kitabı olan okullar da olduğunu görebiliriz. Ortalama bin tane kitabın yaklaşık 15-20 metrekarelik bir odaya sığabileceğini düşününce bizim “kütüphane” olarak adlandırdığımız birimin aslında kitaplık, kitap odası veya okuma salonu türünde bir şeyler olduğu anlaşılıyor.


Üniversite kütüphanelerine gelince; bu grupta 2014 yılında 2013 yılına göre %4,9 artışla 559 kütüphane ve toplam 14.365.326 kitap olduğunu görüyoruz. Üniversite kütüphanesi başına kitap sayısı ise 25.698 oluyor. Aynı şekilde bu ortalama sayının üstünde, birkaç yüz bin kitabı olan üniversitelerimiz olduğuna göre anlaşılan birkaç bin kitabı olan üniversitelerimiz de var. Bu sayı, bir kitap meraklısının evindeki kişisel kütüphanesi kadar bir büyüklüğü ifade ediyor (gösteriş için, belli yerlerden evine birkaç bin kitabı aynı anda sipariş veren, görgüsüz yeni zenginlerden söz etmiyoruz).


Kamudaki maaşlar, kişi başına düşen otomobil sayısı, bankalardaki ortalama mevduat, vb. istatistiklerde sıkça görüldüğü gibi refah toplumlarıyla kıyaslamalar yapıp toplumumuzun, “diğerleri” karşısında ne kadar da yetersiz olduğunu ispat etmeye çalışan neo-oryantalistler gibi yapmayacağız. Buna ait bazı verilere sahibiz; ancak biz başka şeyler söylemek istiyoruz.


Öncelikle, kimi kişilerin bu verilere çok takılmamak gerektiğini çünkü teknolojideki gelişmeler nedeniyle bilgiye erişim araçlarının değiştiğine yönelik tespitine katılmıyoruz. Kütüphanelerine oluk oluk para akıtan refah toplumlarındaki insanların bizden daha az teknoloji kullandıklarını mı düşünüyoruz? Teknoloji geliştikçe batılı toplumlarda daha az kitap okunduğuna veya kütüphane bütçelerinin kısıldığına dair bir araştırma varsa sonuçlarını okumak isteriz.


Bu konunun ne zaman bahsi geçse aklımıza gelen bir anekdot var. Harvard’a ziyaretinde burada doktora öğrenimi gören Türkleri, kurduğu üniversitesinde görev almaya davet eden “uluslararası eğitim öncüsü” bir zata genç akademisyen adaylarından birisi “Bizi Türkiye’ye davet ediyorsunuz ama üniversitenizin araştırma olanakları ve kütüphanesinin büyüklüğü nasıl?” diye sorar ve mealen “Artık klasik kütüphanelerin devri geçiyor; her şey CD’lerde” cevabını alır. Cevap sahibinin biriktirdiği kültürü bir kenara bırakalım. ABD’nin en eski “kütüphane sistemi” olan, bu ülkenin en büyük üçüncü kütüphanesi, dünyanın en büyük “özel kütüphane sistemi” ve “üniversite kütüphane sistemi” konumunda bulunan, yaklaşık 90 kütüphanesi, 18 milyon eseri, 1.000’e yakın çalışanı ve yıllık 160 milyon dolarlık bütçesi olan Harvard Üniversitesi Kütüphanesi’nin yanı başında bu sözü söylemek insanı bayağı küçük düşürüyor. Zaten konuyu aktaran dostumuz da epey güldüklerini söylemişti.


İkincisi, Türkiye orta gelir grubundaki bir ülkedir. Bu nedenle en zengin ülkelerle ülkemiz arasında hemen hemen tüm parametrelerde fark olması doğaldır. Kütüphane ve kitap istatistikleri de bundan muaf değildir. Ancak teknolojik cihaz kullanımında harcama sınırı tanımayan, gelir seviyesinin çok üstündeki otomobil ve evlere borçlanma limitlerinde her türlü sınırı zorlayarak sahip olmak isteyen de bu ülkenin yurttaşları değil midir? Kısaca, canımız istediğinde harcamayı ve bir ürüne, eşyaya sahip olmayı biliyoruz. O hâlde denilebilir ki kitap / kütüphane için para harcama gibi yaygın bir alışkanlığımız yok.


Bunu somutlaştırmak mümkün. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan en son hanehalkı tüketim harcamaları istatistiklerine göre insanımız her 100 TL’lik harcamasının 2,4 TL’sini eğitime ayırıyor. İnsanların asli ihtiyaçlarının konut, gıda ve ulaşım olduğunun elbette farkındayız. Peki alkollü içecek, sigara ve tütün harcamalarının 4,2 TL ile eğitim grubunu neredeyse ikiye katladığını biliyor muyuz? (Bu arada 4,2 TL’lik alkol ve sigara kullanan insanımızın, bu maddelerle tehlikeye attığı sağlığı için 2,1 TL’lik -yani yarısı kadar- bir sağlık harcaması olması da ayrı bir ironidir.)


Üçüncüsü, kitap okumak için muhakkak para harcamak da gerekmiyor. Mütevazı üniversite, okul, halk kütüphanelerimizden kitap alarak okumak mümkün. Kaldı ki, teknoloji sayesinde sıfıra yakın maliyetlerle okuma ve bilgiye erişme imkânı da var. İnternete okul veya iş yerinden değil, kendi ödediği bedelle bağlanan kişiler: Eviniz veya akıllı telefonlarınız için harcadığınız bedel, ekonomik tabiriyle bir “batık maliyet”tir. Kitap okusanız da, okumasanız da onu harcıyorsunuz.


Dördüncüsü, bu işlerin parasal bir boyutu olduğu gibi yaşam tarzıyla da alakası var. Meşhur, ”tatilde havuz başında akıllı telefonuyla eğlence amaçlı vakit geçiren kişi görürseniz yerli turisttir, kitap okuyan ise yabancı” benzetmesi tatsız olduğu kadar çoğu zaman gerçeğe uygundur. Bu hususta herkesin benzer gözlemleri olduğuna eminiz.


Amacımız hiçbir meslek grubunu küçük düşürmek değil; ancak birkaç yıl önce bir edebiyat öğretmeniyle mülakatımız sırasında son üç ayda kaç kitap okuduğunu sorduğumuzda “bu dönemde biraz yoğun olduğu ve pek de okumaya vakit bulamadığı” cevabını almıştık. İşi insan yetiştirmek olan bu mesleğin içinde bu konumda olan hatırı sayılır bir grubun bulunduğuna dair şüphemiz nedense hiç eksilmiyor.


Bu yaşam tarzının özellikle görsel medyayla “dışarıdan” oluşturulması ve dayatılması ayrı bir iddiamızdır. Eğlence, yarışma, giyim-kuşam amaçlı televizyon programlarının bugünkü gençler üzerinde rahatsız edici bir etkisi var. Yakın zamanda, kişi başına günlük televizyon izleme süremizin altı saat civarında olduğunu iddia eden bir haber okumuştuk. Günlük yaşam süremizin dörtte birine karşılık gelen sürenin bu şekilde harcanması korkunç bir tercihtir.


Beşincisi, ancak kitap okuma sayesinde ortaya konabilecek yazılı ödevlerle öğrenci yetiştirme pratiği bizim okullarımızda yaygın değildir. Bu nedenle, üniversiteyi bitirdiğinde ortalama 16 yıllık bir öğrencilik yaşamını geride bırakıp tek bir makale yazmadan mezun olan büyük bir genç grubumuz var. Bu ülkedeki insanların ciddi bir kısmının dilekçe yazmayı bile becerememesi geçiştirilecek bir husus değildir.


Son olarak, birinci sınıf devletimiz olsun istiyoruz ama önce bizim birinci sınıf yurttaş olmamız gerektiğini akla getirmiyoruz. Eğitime erişiminde sorun olan, büyük maddi problemleri nedeniyle “okumak” eylemine yaşam tercihlerinin en altında bile yer vermeyen kalabalık kitleleri anlayışla karşılayabiliriz. Ancak hiç olmazsa “mürekkep yalayan” nüfusun, gelişmiş ülkelerin insanlarıyla yarış hâlinde olmasını isteme hakkımız olduğunu düşünüyoruz.


Yaklaşık üç yıl önce Kütüphaneler Haftası dolayısıyla hazırlanan bir raporu hatırlıyoruz. Buna göre bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7 kitap okurken bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor. Bu istatistik doğruysa bir Japonun bir Türk’ten 250 kat fazla kitap okuduğu ortaya çıkar. Bunu hazmedebiliyorsak mesele yok. İyi yetiştiğini iddia eden her yurttaşın bu istatistikteki ülkelerin vatandaşlarını âdeta bir uluslararası rakip gibi görüp kitap okuma yoluyla onlara meydan okuyarak da ülkesine hizmet edebileceğini düşünmesi gerekiyor. Her okullu kişinin ayda ikiden az kitap okuması durumunda kendisi ve toplumu adına bir sorun olduğunu düşünmesinde yarar var. Hatta oku(ya)mayan, ekonomik olarak dezavantajlı nüfusun ülke ortalamasını düşürdüğünü düşünerek bu sayının daha da fazla olması gerektiğini hesaba katmak gerekiyor.


Bu ülkenin derme-çatma okulları da olsa, eğitimin niteliği yüksek olmasa da her sabah -okul öncesinden üniversiteye- okula giden yirmi milyondan fazla öğrencisi var. Bu muazzam bir kaynaktır. Yer altında büyük bir maddi zenginliğimiz yoksa yer üstünde de mi yok? Bu nüfusun küçük bir kısmının bile bu ülkenin kaderini değiştirebileceğini düşünüyoruz.

Etiketler:

Öne Çıkanlar
Yakın Tarihliler
Arşiv
Etikete Göre Ara
bottom of page